28 Şubat 2013 Perşembe

soğuk şubat'ın kara 28'i...


bu gün 28 şubat...
bütün iletişim araçları her yıl olduğu gibi genel anlamıyla yaşananları tekrarlayacak...
peki benim gibi sıradan bir vatandaşın gözünden gündelik iş ve ilişkilerimizde şahit olduklarımız...
yakın arkadaşımın imamhatip lisesinde okuyan kızını, milli güvenlik dersinin asker öğretmeni (!) okulun erkek öğrencileri önünde başını açmak zorunda bıraktırınca...
esma upuzun kömür siyahı saçlarını kazıyıp da okula giderek, başörtüsünü indirdiğinde erkek çocukların tamamı arkasını dönerek olayı protesto etmiş...
çocukların bu masumane direnişleri sicillerine disiplin suçu olarak işlenmişti...
batı çalışma grubu tarafından namaz kıldığı, oruç tuttuğu, eşi örtülü olduğu, çocuğu imamhatip okuluna gittiği......ve bunun gibi pek çok büyük ve ciddi suçlar işlediği için fişlenen...
askerler, hakimler, öğretim görevlileri, memurlar, kaymakamlar, valiler, siyasiler tanıdım...
okuyabilmek için bizzat dönemin cumhurbaşkanı tarafından arabistan'a sürgün edilmek istenen onyedisindeki örtülü kızların gayr-ı müslim ülkelere, bavullarındaki bir avuç ümitle gidişlerini gördüm...
anaların çaresizlikle gözünden sakındığı evlâtlarını allah'a emanet ederek musa'nın sandukasında nil'e bıraktığını...
çağdaş firavunların atasına vicdansızlıkta rahmet okuttuğunu...
kur'an'a das kapital'den aşağı bir suç kaynağı muamelesinin reva görüldüğünü...
yetmiş küsur yaşındaki ninenin örtüsünden dolayı tedavi edilemeyecek kadar bazılarının insanlıktan çıktığını...
şehit analarının törenlere, orduevlerine alınmadığını...
pek çok suçlu sokaklarda kol gezerken, tek suçu dindarlık olanların mahpushane doldurduğunu...
28 şubat'ın bin yıl süreceğinden emin olan ahbap çavuşların, meydanda dört nala at koştururken yedi göbek sülâlerinin köşeyi döndüğünü...
bırakmak zorunda kaldığım okulumu...
gözyaşını...
kaygıyı...
korkuyu...
mekke'deki bir avuç müslümanı...
daha neler neler hatırladım
da yazmaya gönlüm elvermedi...
bu gün 28 şubat...
soğuk şubat'ın kara 28'i...

25 Şubat 2013 Pazartesi

ihtiyârlığı yaşlılığa, akıl bâliği ergenliğe tercih etmek...


birbiri yerine kullanılan, daha doğrusu kullanılabilir sanılan bu kavramları biraz inceleyelim:

ihtiyâr: 1) seçmek, seçilmek. 2) irade, yetki. 3) yaşlı kimse.
ihtiyârî: seçime bağlı.
ihtiyâriyyat: yapılması insanın elinde olan şeyler.
muhtâr: 1)ihtiyar eden, seçen, irade ve yetki sahibi. 2) seçilmiş, seçkin, hareketinde serbest olan, istediği gibi davranabilen kimse. 3) halk tarafından mahalle ya da köy işlerinin kendisine verildiği kişi. 4) özerk 5) peygamberimizin isimlerinden. (ömer muhtar ismini tekrar düşünelim)
yaşlı: yaşı ilerlemiş, yaş almış.
yaşlanmak: yaşı ilerlemek.
bâlig: 1) büluğa ermiş, yetişmiş,erişmiş, ergin, erişkin, reşit. 2) eren, ulaşan, varan. 3) toplam.
akıl balig:
ergen: döl verebilecek duruma gelmiş olan, erin, yeni yetme, akil baliğ, baliğ. 2) henüz evlenmemiş, bekâr.

şimdi tekrar düşünelim. hakikaten sadece fiziksel ya da biyolojik bir değişimi ifade eden yaşlılık ve ergenlik mi, yoksa akıl ve iradenin olgunlaşması, sorumluluk alabilmek yetkinliğini kapsayan ihtiyâr ve akıl bâliği mi tercih edersiniz. yaşlanmak herkesin korkulu rüyası. çünkü bedenen hep bir kaybı, muhtaçlığı, arızi bir durumu ifade ediyor. yaşlanan için de yakınları için de pek istenmeyen bir durum oluyor haliyle. halbuki ihtiyarlık; dağın tepesine yaklaştıkça geniş bir bakış açısı ve hakimiyet kazanmak gibi. âkil olan, danışılan, yol gösteren, tecrübe aktaran, isabetli seçim ve karar yeteneği gelişmiş kanaat önderi kimse yani ihtiyar; içinde bulunduğu toplumun dinamiğidir. dolayısı ilen ihtiyârlığına muhtaç olunan, önemli bir işlev sahibi, istenen ve sevilen kimsedir. bu derece kıymetli bir varlığı olduğunu bilen ve düşünen biri menapoz, andropoz, depresyon gibi yaşlılığın getirdiği psikolojik olumsuzlukları bertaraf etmiştir. nitekim her ebeveynin korkulu rüyası olan ergenlik de aynı bağlamda değerlendirilebilir. tamamen hormonal boyutuyla ele alınan bu dönem, hormonlarının esiri olmuş gençliği haklı bir bencilliğe ve sorumsuzluğa götürüyor. botokslu hormonlarıyla oyalanırken aklı bir türlü bülûğa eremiyor, yeşil dev gibi çocuk kalıyor. yaşlanıyor, yıllara direnmek için içindeki çocuğu hiç büyütmeden çocuk gidiyor. yetmişine merdiven dayamış genç kız/ delikanlı gibi görünmeye çalışan, giyinen, davranan ergenler görüyorum her yerde. yaşından genç göründüğünü söyleyene ellerinde olsa nobel filan verecekler.

velhasılıkelâm olgunlaşamayan, akılbâliğ olamayan, ihtiyârlayamayan bir nesil var. hani ellerinde olsa 20-30 yaş arasına demir atacaklar. hazların, hızların, zevklerin, hormonların pik yaparak akılsızlık, iradesizlik çöplüğüne dalışa geçilen çağ.

22 Şubat 2013 Cuma

neyi kaçırdık?

çok hızlı yaşıyoruz
hızlı tüketiyor
hep koşuşturuyoruz..
bir yerlere son dakikada yetişiyor
pek çoğuna geç kalıyoruz..
biz nereden geldik
nereye gidiyorduk..
neyi kaçırdık
sanki bir şeyleri atlıyoruz...

çok konuşuyor
anlaşamıyoruz
bağırıyor
duyuramıyoruz..
iletişim çağında
uzaklaşıyoruz birbirimizden..
kayıyor sevdiklerimiz ellerimizden...
gözgöze gelemez
dizdize
gönül gönüle değemez
hoş sohbet edemez olduk..
biz nereden geldik
nereye gidiyorduk..
neyi kaçırdık
sanki birşeyleri atlıyoruz...

mahcubiyet arsızlığa
mahremiyet fütursuzluğa
pişmanlık yüzsüzlüğe
özgürlük hadsizliğe
nezaket edepsizliğe
aileler kariyere
sadakat ihanete
gerçek sanala
tahkik taklide
huzur hazza
yenildi de anlamadık...
galiba kendimizi unuttuk
son treni de az önce kaçırdık...


20 Şubat 2013 Çarşamba

yağmurlu bir sonbahar perşembesi

6 Aralık 2012. Yağmurlu güzel bir sonbahar perşembesi. Saat 13:40 ve yer İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Amfi 5.

*****************************

Belki defalarca filmlerde gördüğüm, beni tatlı hülyalara daldıran, kocaman ve tarihi salondayım. Burada mıyım? Evet. Hem de ruhen, bedenen, aklen, fikren beni ben yapan herşeyimle. Bir film değil, rüya değil, hülya hiç değil. Önümdeki, arkamdaki sıralarda, sağımda, solumda öğrenciler var. Pek çoğu çocuklarımla yaşıt, ama olsun. Buradayım işte. Burada olanlara göre geç, isteyip de olamayanlara göre erken bile. Sırf bu an için kırk yıl yaşayıp beklemeye değermiş. Abartmıyorum, ne bir eksik, ne bir fazla. Tastamam böyle hissediyorum.

*******************************

Şu an defterim kopyalarla dolu daracık bir masanın üstünde. Neler yok ki yazılan kopyalarda. Olmayan tek şeyi de galiba ben yazıyorum. İyi ki salona erken girmişim. Kendimi arefede gibi hissediyorum, bayramdan heyecanlı. Gözlerimi kapayıp salonun yıllanmış ahşap kokusunu çekiyorum ciğerlerime. Çarpan sıraların ve öğrencilerin hazırlık seslerini dinliyorum. Benim için tarihi olan bu ana bütün duyularım şahitlik etsin istiyorum. Dinimi ve dünyamı sembolize eden, birliktelikleri için onca zaman beklediğim, beni tamamlayan eşyalarımla. Başörtüm, defterim, kalemim, kitabım.. Kalbimde birbirini ateşleyen ve tamamlayan iki aşk: İman ve ilim. İlmettikçe imanım, iman ettikçe ilim aşkım kuvvetleniyor. Bu o kadar hoşuma gidiyor ki, bir şelale olsunlar ve beni sürükleyip götürsünler istiyorum. Nereye mi? Sahilinden yeni bir şeyler kopartarak beni zenginleştirecek yepyeni ufuklara...

********************************

İçimdeki çocuk ve ihtihar el elele vermiş kırkıma gülüyorlar sanki. Biri çok olgun buluyor, diğeri de ham... İçimdeki çocuğun elinde şeker var sanki, ihtiyarın kucağında torun... Öylesine bir şeyler işte şu anki sevincim, huzurum... Kimse yok, yalnız "ben" varım. "Benliğim" için varım, "ben" olmak için buradayım. "Kim" liğimi bulmak, "kim"liğime "kimlik" kazandırmak için. "Öz" gürlüğümü yakalamak, "özgür" olmak için. Kim için? "Oku" diyen, "aklet" diyen, "kulum" diyen, "halifem" diyen; "kul"u olduğum, "köle"si olduğum, "kurban"ı olduğumun; "bilen"i, "halife"si, "akleden"i olmak için...

18 Şubat 2013 Pazartesi

korkuluklar...

blog işi beni sardı galiba. her gün buluşup içimi döktüğüm bir terapist oldu. hem de içimi dökmeye en çok ihtiyacım olan bir döneme geldi. meğer ne çok şey atmışım içime, biriktirmişim. bunlardan biri de hayat tarlamıza dikilen korkuluklar.

aklımızı, gönlümüzü, imanımızı, fikrimizi, zikrimizi besleyecek ne kadar bereketli tarla mevcutsa; peşin satan esnaf resmindeki kendi yer kimseye yedirmez tacirler tarafından talan edilmiş, heba edilmiş, diktikleri korkuluklarla kimsenin bırakın faydalanmasını yaklaşmasına dahi izin verilmemiş. akıl, fikir, zikir, gönül ve iman fukarası toplum haline getirdikleri korkak ve iradesiz insanları; istedikleri gibi sevk ve idare edebilmek için kurdukları aşevlerinde; kokuşmuş, bozulmuz, sulandırılmış bir kap aş ile köleleştirdiler. böylece korkuluklarla doldurdukları tarlalarının talan edilmesini de önlediler. yüzyıllardır zalim krallıklarını ayakta tutmayı başardılar. sürü psikolojisi içindeki korkak insanlar, biz secde ettikçe ayaktalar. lakin bir nesil, sakaryanın ayağa kalkan çocukları geliyor. o kadar çok ve o kadar uzun sustum ki, ayak seslerini, özgürlük şarkısı için besteledikleri ıslıklarını işitiyorum. her yerdeler. her taraftan geliyorlar 300 spartalı gibi. bilimde, sanatta, sinemada, dinde fikri hür, zikri hür, prangasız gençlik. atalarının kenarından geçip gittiği tarlalardan, korkuluklara ve krallarına aldırmadan beslenen semiz bir gençlik.


17 Şubat 2013 Pazar

çocukluğum...

çocukluğumdan uzaklaştıkça çocukluğuma olan özlemim aynı oranda hatta daha fazla artıyor. bazen o zamanlardan gözümün önüne düşen bir çizgi film karesi, bazen de kulağıma fısıldanan bir melodi.. durup dururken kafayı yemiş dedirtecek bir tebessüm oturtuyor çizgilerin derinleşmeye başladığı yüzüme..

annemin yeni kaynattığı salçayı ekmeğin üzerine sürerek, sokakta oynayan bana ve kardeşime camdan uzatması geldi aklıma. camdan uzatması, evet. giriş katta oturuyorduk ve bu bizim çok işimize geliyordu. sokakla evimiz iç içeydi sanki. dışardayken camdan beslenir, içerdeyken de sokaktaki arkadaşlarımızla saatlerce sohbet ederdik. öyle ki eve camdan girip çıkmışlığımız dahi vardı. dört mevsimin de ayrı zevki vardı sokakta. yağmur yağdığında çivi oynar, çamurdan tabak çanak yapardık. yazın çömlek patladı, istop; kışın kömür düğmeli organik kardan adam. geçen yıl çocuklarımla kardan adam yaptık, düğmeleri plastik şişe kapağı.. evimizin önünde yokuş vardı. yazın tahtadan yaptığımız bilyalı tekerleklere olayı ralliye bağladığımız arabalarla, kışın buz tuttuğunda üstüne oturduğumuz mukavvalarla kayardık o yokuştan. beş, on belki onbeş defa bıkmadan yorulmadan bir sonraki turun heyecanıyla çıkardık o yokuşu. kardeşimin bir torba     misketi vardı ama en kıymetlisi kafliğiydi. telle kumanda ettiği, raptiye ve pullarla süslediğimiz plastik arabası ne kıymetliydi. bütün kışı annemin ördüğü hırkayla geçirirdik de üşümezdik. bot, çizme koca sınıfta iki kişide vardı. iki buçuk liraya mehmet amcadan yarım bardak boza içer, üç liramız varsa elmalı şekercinin gelmesini beklerdik. toprak çeşitlerini bizzat doğada öğrenirdik. zaten bahar gelince derslerimizin büyük bölümünü dışarda işlerdik. beslenme saatinde annelerimiz de sıcak poaça ve böreklerle gelir hep birlikte pikniğe bağlardık olayı. nerede biliyor musunuz? şu an marmara forumun arzı endam eylediği, o zamanki adıyla madende. neden maden demeyin, maden var mıydı bilmiyorum ama modern adıyla mesire yeriydi. okulum da tam marmara forum'un karşısındaki ibnisa ilkokulu. okul demişken karşısındaki fırının sıcak ekmek kokusu otuz yıl önceden sanki zamanı yırtarak geldi. az mı pide bekledik ramazan kuyruklarında. solotestlerimizi okula götürür rahmetli öğretmenimizin turnuvalarından gerizekalı çıkmamak için sbs terleri dökerdik. düşerdik biz hem de ne çok. oynardık çünkü koşardık. en iyi merhemi üreten ilaç firması annelerimizdi. moraran yerlere çiğnenmiş şekerli ekmek. adam olduk mu bilmiyorum ama adam olacağımıza inanan barış amcamız vardı. eh barış abi aşk olsun. ne iyi abimizdin sen. gülhaneyi doldururdun yaz akşamlarında.

bu aş daha çok su kaldırır. biz velhasılıkelam diyelim. velhasılıkelam biz seksenlerin çocuklarıydık. koşan, terleyen, üşümeyi bilen, yağmurda ıslanmayı, şemsiyesi olanı inadına su birikintisine atlayıp ıslatmayı, sobanın arkasında ısınırken sızmayı, sobanın üstünde pişen çorbanın kokusuna uyanmayı yaşayan. yaşayan çocuklardık biz be...

16 Şubat 2013 Cumartesi

çaresizseniz çare...?

çaresizseniz, kulsunuz.. ne kader çaresizseniz, o kadar kulsunuz. çaresizseniz çare rabbiniz, siz değilsiniz. işte bu nokta hayat hikayesinin kahramanının doruk noktası. uluhiyyet makamının karşısında diz çöküp, küçülüp, tevazu ile olgunlaştığı an...

çok mu karışık geldi bilemiyorum ama sosyal paylaşım (!) sitelerinde her gün onlarca paylaşılan ve egoları hormonlamaktan başka bir işe yaramayan lafazanlıklar kadar değildir herhalde. herkes filozof, herkes şair, herkes yazar. eh bir eksik bir fazla farketmez deyip biraz da biz külahtan yukarı taşalım dedik. 
acaba kur'an deryasına olta atsak ne çıkar bahtımıza? hani hz. adem kandırılıp cennetten olmuştu da nasıl bir çaresizlikle tevbe edip yalvarmıştı rabbine? zamanı gelmeden yurdunu terkeden hz. yunus, yalnızca mevlasına duyurmuştu pişmanlığını. hz. yusuf'u önce kuyudan sonra mahpusdan çekip çıkaran, olgun bir hükümdar ve peygamber yapan, çaresizliğin samimiyeti ile edilmiş duadan başka neydi? kur'an-ı zikir'in bu duaları, tevbeleri bize anlatırken bu kadar tafsilatlandırması, süreci bize an be an yaşatıp onlarla özdeşleştirmesindeki maksat nedir? zaman zaman kimi çaresizlik kuyularından, zindanlarından, deryalarından çekip çıkarmamıştır allah'ın hz. rasul'e şu hitabı: "rabbin seni terketmedi, sana darılmadı da"

şimdi hangi tekebbür çareyi kendinde görür de başlı başına mürebbi olan olan biçareliğin tedrisatından diploma alabilir? mahzun, mahcup, miskin halin lisanı duanın da istikameti elbette mevla, nasır, karib olan makamadır. 
çaresizseniz çare...?