28 Temmuz 2016 Perşembe

KAR BEYAZDIR BAZEN ÖLÜM…

Lâpa lâpa yağan kar, döne döne düştüğü kaldırımda beyaz ve yumuşacık bir döşek gibi birikmiş; ağaran sabahla birlikte göz alıcı bir örtüye dönüşmüştü. Henüz kimsenin adımlamadığı sokaklar, bir devriye arabasının lastikleri ile basılıyor, şehrin bütün kiri çamur olup beyaz örtüyü yara yara grileştiriyordu.
Sokağın sonuna varmasına az kalmıştı ki zaten ağır ağır ilerleyen araç tamamen durdu. Araçtan hızla inen biri iri yarı, diğeri ise ince uzun iki polis yol kenarında heyyulâ gibi dikilen viran apartmana daldılar. Kış girmeden kentsel dönüşüm için boşaltılmış, müteahhitle daire sahiplerinin anlaşmazlığa düşmesiyle kapı ve pencereleri sökülmüş olan bina yıkım aşamasında kalakalmıştı. İtin kopuğun dadanmasıyla konu komşu da şikâyet üstüne şikâyet etmiş, lâkin bir çözüm bulunamamıştı.
Yıkılmaya yüz tutmuş korkuluksuz merdivenlerden bodruma inen polisler, kapı pencere çerçevelerinin hurda yığını aralarında bir şey arıyorlardı. Uzun sürmedi aradıklarını bulmaları. Cansız küçücük bir beden, hiç de karlı bir kış sabahının ayazına uygun düşmeyen uyumsuz, polyester eşofman; çektiği sudan içindeki nohut parmaklarını buruşturmuş yırtık ayakkabılar ve esmer yüzünü örten simsiyah uzun, toza bulanmış saçlarıyla apartman boşluğunda yatıyordu… İnce uzun olan polis, çocuğu tahta parçalarının arasından çıkarıp bağrına bastı… Saçlarını eliyle kaldırıp, kirli alnını defalarca öptü… Gözlerinden süzülen yaşlar küçük çocuğun soğuktan çatlamış dudaklarında son buluyor, dilinden sadece şu sözler dökülüyordu: “Bu dünya bu vebali nasıl kaldırır Ali’m!”
Ali 5 yaşında, Suriye’den abisiyle gelip Türkiye’ye sığınmış mülteci bir çocuktu. Vatandaş ihbarlarıyla birkaç kez sokaktaki diğer evsizlerle toplanmış, donmaktan kurtarmak için spor salonuna götürmüşlerdi. Polisler böyle bir toplama sırasında tanımışlardı Ali’yi. İnce uzun polis Siirtli olduğu için Türkçe bilmeyen Ali ile Arapça konuşmuş, beş yıla sığmayacak bir acı hikâyenin ortağı olmuştu. Bir gün önce de semt pazarında abisi hırsızlık suçlaması ile karakola götürülmüş, Ali tek başına ortada kalmıştı. Gece boyunca abisi suçsuz olduğunu anlatmaya çalışmış fakat kimse dilini anlamadığı için vardiya değişimine kadar çaresiz kalmıştı. Ali abisini polislerin götürdüğünü görünce korkudan kendisini kovalayan pazarcıdan kaçmaya başlamış, hayat için sığındıkları harabeye son defa ölümüne saklanmıştı.
Hayat yıllarla sayıldığında kısacık bir ömürdü Ali’ninki; acılarıyla ölçüldüğünde ise çok ızdırap verecek kadar uzun…


11 Mayıs 2014 Pazar

Anneler Yortusunu Kutlayalım mı?

Anneler Yortusunu Kutlayalım mı?
Belki çok karışık gelebilir ama önce bazı tanımlamalar ve alıntılarla madde madde birkaç mevzu alıntılayıp ondan sonra bir sonuç ve toparlama ile şahsi kanaatlerimi paylaşmak; tabiri caiz ise dertleşmek istiyorum.
1)      Yortu Nedir? : İsim İsa Aleyhisselâm’ın yaşamını, ölümünü, dirilişini ve azizlerin yaşamlarına yansımış olan erdemlerini anmak üzere kilisenin belirlediği kutsal günler.
2)      Kutlu Doğum Haftası Tarihçesi: Günümüzde Gülen Cemaati gazetesi olarak bilinen Zaman Gazetesi'nde yazarlık yapmakta olan Mümtazer Türköne, Türkiye Diyanet Vakfı'nda Yayın Kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladığı dönemde, kurul başkanı Profesör Süleyman Hayri Bolay, Ayvaz Gökdemir ve kendisinin bulunduğu 6 kişilik bir kurulun aldığı karar ile ortaya çıkan bir proje çalışması olarak açıklamıştır. [— Mümtazer Türköne, 19 Nisan 2012, Zaman Gazetesi ]
Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti bu projeyi kabul etti. Diyanet işleri başkanlığı tarafından da desteklen bu proje hicri takvime göre kutlanan Mevlid kandili'nin içinde bulunduğu haftanın Kutlu Doğum Haftası olarak ilan edilmesi ile yaşama geçti. İlk yıl sadece Ankara'da ve sadece İlahiyat Fakültesi bulunan illerde kutlanan etkinlik daha sonra diğer illerde düzenlenen panel ve konferanslar ile genişletildi. Bu haftanın farklı etkinlikler ile gelişmesinde Nur Cemaati büyük rol oynadı.
1994 yılından itibaren de, Hicri Takvime göre 11/12 Rebiulevvel 1415 (18/19 Ağustos 1994) kutlanması gereken hafta gerekçe gösterilmeden miladi takvime göre 20-26 Nisan tarihine sabitlendiği açıklanmıştır. Bu yıldan itibaren hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlamıştır. Kutlama Haftası'nın bu tarihe sabitlenmesi ile Muhammed Aleyhisselâm’ın doğum günü yılda iki defa kutlanmaya başlamıştır.
Milâdi takvime göre 20-27 Nisan olarak sabitlenen bu etkinlik Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ile Türk Milletinin egemenliğini eline aldığı tarih olan 23 Nisan 1920 tarihi esas alınarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ulusal çapta kutlanan bayram ile çakışması halktan ve sivil toplum kuruluşlarından alternatif bir kutlama olarak halkın arasına sokulmak istenen bir çeşit fitne olduğu tepkisi ile karşılaşmıştır. Ayrıca etkinliğin son gününün Fethullah Gülen'in doğum tarihi (27 Nisan 1941) ile çakışması kutlamanın bu kişiye atfen yapıldığı konusunda ayrı bir tepki doğurmuştur. Gelen tepkiler üzerine 2008 yılından itibaren etkinlik tarihi bir hafta öne alınarak değiştirilmiş ve 14-20 Nisan tarihleri arasında düzenlenmeye başlamıştır.
Eleştiriler ve tepkiler:
v  Doğum kutlamasının İslâmda yerinin olmadığı, bunun İsa Aleyhisselâm’ın doğumu ile bağlantılı bir gelenek olduğu,
v  Hicri takvimin ay hareketine göre İslâmda esas alınan takvim olduğu ve İsa Aleyhisselâm’ın doğumu ile başlayan güneş takvimine göre bir sabitleme yapılamayacağı,
v  Peygamberin nebî ve resûl olarak İslâmı tebliğ görevi icra ettiği, bu tür kutlamalar ile peygamberin ve İslâm anlayışının Allah ve Kuran merkezli durumdan, peygamberi yücelten ve merkeze koyan bir anlayış ile Protestanlaştırma çalışması olduğu,
v  Kutlu Doğum Haftası’nı, Hıristiyanlıktaki gibi yortuları bulunmayan İslâmın Protestanlaşması süreci ve Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Amerika'nın yeşil kuşak projesinin günümüze uyarlanmış hali olan ılımlı İslâm projesi kapsamında bir çalışma olduğu,
v  Yeni bir Protestan İslâm oluşturma çabası olarak nitelenen noel kutlamasında ki çam ağacı ile özdeş olarak gülün konduğu ve şatafatlı kutlamalar ile insanları bu hafta içerisinde harcamaya, hediyeler almaya yönlendirmeye çalışan, neoliberal ve kaptalist sisteme hizmet eden, islamın ilkeleriyle ve emirleriyle taban tabana zıt bir kültür şeklinde harcama/alışveriş haftası oluşturma çabası olduğu,
v  Hafta isminin Holy Birth Week'in İngilizceden Türkçeye çevirisi gibi duran, Türkçe karşılığı olarak tamlama şekli, seçilen kelimeler itibariyle garipsenen (mübarek yerine kutlu kelimeleri kullanımı tartışmaları) ismiyle ve Dünya Bankası logosuna benzer logosuyla yurtdışı merkezli ılımlı İslâm projesinin izlerini taşıdığı, Ayrıca 2012 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'na ve Diyanet İşleri Başkanlığına gelecek yıllardaki etkinlikler için teklif edileceği söylenen logo içerisinde bulunan fleur-de-lis (zambak veya süsen çiçeği) sembolünün Hristiyanlıkta sık olarak kullanılması, şeklinde sıralanabilir.
3)      Anneler Günü Tarihçesi: Anneler Günü tarihçesi yüzlerce yıllık bir hikâyedir ve tanrıların annesi olan Rhea adına yortular düzenleyen Antik Yunan zamanlarına kadar uzanır. Hristiyanların Meryem Ana’sı adına Paskalya perhizinin dördüncü Pazar gününde ilk Katolikler Anneler Günü yortusu düzenliyorlardı. İlginçtir daha sonra bir tarikat bu tatil gününü bütün annelerin de dâhil olması için esnetmiştir ve Anneler Pazarı olarak adlandırmıştır. Amerika’ya yerleşen İngiliz sömürgeciler Anneler Pazarı geleneğini zaman yetersizliğinden devam ettirememişlerdir.
1872 yılında Julia Ward Howe barışa adanmış anneler için bir gün düzenlemiştir. Bu, Anneler Günü tarihçesinde bir kilometre taşıdır. 1907 yılında Philadelphia’da öğretmenlik yapan Anna M. Jarvis (1864-1948), annesi Ann Maria Reeves Jarvis adına ulusal bir Anneler Günü düzenlemek için harekete geçmiştir. Anneler adına özel bir gün hazırlamak için yüzlerce milletvekilinden ve önemli iş adamından yardım istemiştir. İlk Anneler Günütöreni Anna’nın annesi adına bir kilise ayini olarak gerçekleşmiştir. Anna, annesinin en sevdiği çiçek olan yumuşaklığı, saflığı ve sabrı temsil eden beyaz karanfillerden dağıtmıştır.
1914 yılında Başkan Woodrow Wilson’un Mayıs’ın ikinci pazarını anneler adına ulusal bir gün olarak ilan etmesiyle Anna çalışmalarının sonucunu almıştır.  Yavaş yavaş Anneler Günü popüler olmaya başlamış ve hediye verme etkinliği artmıştır. Anneler Günü’nün böyle ticarileştirilmesi Anna’yı kızdırmıştır çünkü bu anlamlı günün kâr ve kazanç için kurban edildiğini düşünmüştür. Jarvis’in tüm endişelerine rağmen Anneler Günü Amerika Birleşik Devletleri’nde yayılmıştır. Yani Mayıs’ın ikinci pazarı yılın en popüler günü hâline gelmiştir. Anna bizimle birlikte olmasa da Anneler Günü yaşamaya devam ediyor ve birçok ülkeye yayılmış durumdadır. Dünya genelinde birçok ülke Anneler Günü’nü yıl boyunca farklı zamanlarda kutlamaktadır ancak Danimarka, Finlandiya, İtalya, Türkiye, Avustralya, Belçika gibi bazı ülkelerde Anneler Günü Mayıs’ın ikinci pazarı kutlanmaktadır.
4)      Sevgililer Günü: Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlara dayanmaktadır. Antik Yunan takvimlerinde, Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı. Antik Roma'da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus'un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde, Lupercus'un din adamları tanrıya keçi kurban ederlerdi. Daha sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisi ile Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlardı. Genç kızlar gönüllü olarak ileri atılır ve bereket tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarlardı. İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı. Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazlı kura çekerek bayram boyunca 'çift' olma alışkanlığı vardı. 469'da Papa bu gayri-Hıristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimlerini yazılıydı.
1908 tarihli Katolik Ansiklopedisi'ndeki eski şehitler listesinde, 14 Şubat gününe kayıtlı, inancı yüzünden öldürülmüş üç tane Aziz Valentine geçmektedir.
Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı tarihi dokümanlarda hiç geçmemektedir ve kimi tarihçilere göre sadece bir efsanedir. Valentine'nin onuruna kutlama günü, 14 Şubat 496 yılında Papa Gelasius tarafından ilan edilmiştir. 1969 yılında kilise takviminden Aziz Valentine gününü çıkarmıştır.
14 Şubat, 1800 lü yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem haline gelmiştir.
5)    Sanayi/Endüstri Devrimi- Kapitalizm- Tüketim Toplumu: Yeni Din
Devrim ve Kapitalizmin yüzyılı ile yukarıdaki özel günlerin ortaya çıkış tarihleri arasında bağlantı kurmak bir paranoya mıdır? Tam bir sonuca ulaşamamışken kimseye bir fetva verecek konum ve birikimde değilim. Lâkin benim gibi başkalarının da kafası karışsın istiyorum. İstiyorum ki tartışılsın ve medeniyetimizin üzerindeki ölü toprağını atabilelim. Mahalle baskısı ile değil istişare ve münazara ile karar verelim “Yeniden Medeniyet”e hicrette neleri bırakıp neleri yanımıza alacağımıza, geleceğe taşıyacağımıza. Mübeyyîn olan Kur’an’ın ifadesiyle aklımızı işletelim. Görebilen gözler, işitebilen kulaklar, mühürlenmemiş kalpler ile “Hak” ile “Batıl”ı, “İfrat” ile “Tefrit”i ayıralım. GDO’lu “ebter” yani kısır ve edilgen deli gömleğini düşünce dünyamızdan yırtıp çıkarmanın zamanı gelmedi mi?
Son bir soru işaretiyle bitirmek istiyorum: Ünlü satış analisti Victor Lebow’un, 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’da tüketimi ekonomi için vazgeçilmez bir koşul olarak nitelerken kullandığı şu ifadeler, organize bir dinin tanımından başka neyi içeriyor?
“Muazzam derecede üretken ekonomimiz, tüketimi bir hayat biçimi haline getirmemizi gerektiriyor. Artık mal satın alma ve kullanmayı düzenli bir dinsel tören haline getirmeli, ruhsal doyumu ve egolarımızın tatminini tüketimde aramalıyız. Eşyayı gittikçe artan bir hızla tüketmek, eskitmek, yıpratmak, atmak ve yenilemek zorundayız.”


Hatice gökce kömürcü

1 Ocak 2014 Çarşamba

Suret ve Sîretin Psikolojik Açmazı

Biyolojik bitkisel hayat nedir, insana ne hissettirir bilmiyorum. Duygusal anlamda ise o arafta kalma hissini yakinen yaşıyorum. Ölüm ile kalım arasındaki o araf duygusunu. Hiç mücadele etmeden kalmak için. Gidişin penceresinden süzülen o ışık ölümü daha cazip gösteriyorken…
Son zamanlarda dillendirdiğim bir tanım; “içimde kocaman bir duygusal mezarlık var”. Özde hayatımı üzerine inşa ettiğim felsefî doğruları yapmaya çalışırken; görüntüde onca yanlış zanlara sebep olmak. Doğru görünen özü yanlış pek çok hayat yahut durumu serdedenlere bu kadar diyet ödetilmemişken. Çaresizliklerin içindeyken bile başkalarını çaresizliğe mahkûm etmemek için didinirken… Kabukla özü suret ile sîreti birleştirmenin imkânsız olduğunda; özü ve sîreti tercih ederek, kabuk ve surete göre yargılanıp, ebedî nefret ve suçlamaya mahkûm edilirken… Bütün dünyaya karşı durabilecek gücün olduğu halde, sevdiklerin ve değer verdiklerinle karşı karşıya kaldığında bir serçe gibi çaresiz ve sesi duyulmayan çırpınışlarla yüreğini anlatmaya çalışırken… Tek bir şey duyurmak istiyorum: “ben kötü biri değilim, kötülük de yapmadım/yapmam”.

Yusuf’un kuyusunda, Nuh’un gemisinde, İbrahim’in mancınığında, Musa’nın kaçışında, Meryem’in çıkmazında kendimi arıyorum. Yusuf gibi çaresiz, Nuh gibi canını terk ediş, İbrahim gibi hızla ateşe gidiş, Musa gibi suçluluk duyuş, Meryem gibi açıklayamadığının utancıyla geri dönüş… Sonra Amenerrasûlü’deki “Rabbin kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez” seslenişi geliyor araftaki aklıma; hayat penceresinden süzülen o ümit ışığı… Hani “O”nun ameller niyetlere göredir beyanına karşılık; özdekini/sîrettekini bilene ben kulunun niyazı da şudur:  “Rabbim! Niyetim sana mâlûm; amelim yanlışsa doğrult, kabuğu/sureti yanlışsa sevdiklerime özündeki/sîretindeki niyetimdeki hakikati göster!”   

hatice gökce kömürcü

30 Aralık 2013 Pazartesi

Toplumun İslâm Harcına İhanet!

Akademik anlamda;
1) Siyaset Bilimci değilim; beş yıl kadar aktif siyaset içinde bulunmuşluğum, hayatım boyunca da pasif siyaset sayılabilecek alanlarla ilgilenmişliğim var.
2) Ekonomist değilim; işletme eğitimi almışlığım, parayla pulla ülke ekonomisinin reel göstergelerinin takibi dışında ilgisizlik ve muhabbetsizlik seviyesinde bir ilişkim var.
3) İlâhiyatçı değilim; hayatım boyunca diyanet, farklı cemaatler ve son on yıldır da meal okumaya çalışmaktan mütevellit nâkıs bir “Din Kültürü ve İslâm” literatürüm var.
4) Sosyolog değilim; hali hazırda eğitimini almaya devam ettiğim ve ilmini almaya ve yapmaya çalıştığım alan olarak heves ve gayretim var.
5) Gazeteci değilim; bir yıl akademik eğitimini (Yusuf Kaplan, Atilla Girgin, Ragıp Duran, Fahri Sarrafoğlu vd.) ciddi bir akademisyen ve alanında duayen isimlerden almışlığım, bir müddette alanda çalışmışlığım, yazmışlığım var.
6) Hukukçu ve tarihçi de değilim; zira ağırlıklı tarih olmak üzere her iki alanda da okuduğum kitap, takip ettiğim dergi ve yazarlardan müteşekkil birikimi fakir bir kültürüm var.
Kısacası serdettiğim fikir ve görüşler maalesef akademik bir nitelik değil, nicel bir halk görüşüne daha yakındır. Halk görüşünü ise asla ve kat’a küçümsümek mahiyetinde değil; bilhassa önemseyerek vurgulamak isterim. Zîrâ yetmişli yıllardan beri bu vatanın mütevâzı semtlerinde, mütevâzı ailelerin içinde her dönemi, düşüşü, kalkışı bizâtihî yaşamış biriyim. Çok kavga gördüm… Benden öncekileri de dinledim, okudum… Her kavgada en çok yumruk yiyen bu vatanın mütevâzı halkı. Bu halkın içinde ehl-i Kur’an diye tabir edeceğimiz bir kitle var ki, her darbede hükmen mağlûp edilmiş… Lâkin başlayan her yeni müsabakaya; kutsal bildiği dava hakkı için, o davanın düşmanları yahut karşıtları olarak görülen rakibi ile mücadele ruhuyla çıktı ringe. Ya elinden çekilen Kur’an’ı, ya başından çekilen örtüsü, ya da ayağından çekilen seccadesi. Bu nedenle hiç ruhen mağlûp hissetmedi, hissetmedik. Lâkin şu son günlerde öyle bir darbe teşebbüsü var ki kim galip gelirse gelsin, mağlûbiyyeti banko olan Müslümanlık. Hem de Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa ruhen. Bir benzeri ancak Abdülhamid Hân’ın düşürülmesinde bulunabilecek bir süreç yaşıyoruz. Müslümanın Müslümana olan mücadelesi. Arkasında her kim/kimler varsa çoktan kazandı. Haçlı kazandı. Siyonizm kazandı. Teşebbüs başarılı olursa kazanç tarif edilemez bir büyüklükte ve ebedîyyette olacak. Başarısız olunması durumunda ise siyasî ve ekonomik anlamda önü alınamaz bir yükseliş bu vatanı ve dahi İslâm coğrafyasını beklemekte. Ve fakat bu açılan yara Müslümanlarca kolay kapanamayacak ne yazık ki.. Bu toplumun İslâm harcına yapılan ihanet öyle kolay tamir edilemeyecek.
Boyumu aşan analizleri ve değerlendirmeleri yapan ve yapacak olan pek çok köşe yazarı, gazeteci ve siyasetçi varken; belki söylenmemiş, belki de kalbi aklına baskın bir yazı ile dertleşmek istedim. Bu vatanın çok yumruk yemiş, sembol üzerinden karşı cinse göre daha çok hüküm giymiş mütedeyyin bir hanımı (isterseniz kadını deyin önemi yok) olarak.
Şimdi yapılacak bir şey var: Kurtuluş mücadelesi veren nenelerimizin, dedelerimizin hayvan dışkılarının içinden toplayıp yedikleri arpalar ile ayakta durduğu gibi; bunca siyasî, hukukî, medyatik dışkının içindeki helâl bir avuç arpa ile dimdik ve lâkin yaralı olarak yola devam edeceğiz.
Allah yâr ve yardımcımız olsun.


hatice gökce kömürcü

24 Aralık 2013 Salı

Karun’u Hatırladım

İlginç bir şekilde dün gece Kur’an’daki “Karun” kıssası geldi aklıma. “Kasas” Sûresinde geçen, Musa aleyhisselâmın anlatıldığı âyetlerin devamında aktarılan, “ibret” alınması istenen kıssa.
Bağlamından koparmamak için baştan başlamakla beraber, ana mevzudan ayrılmamak ve uzatmamak için atlayarak, anladığımı aktarabilmeye gayret edeceğim.
“Kasas”
4. Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.
Eğer ibret alınacaksa bugüne taşınması gerekir diye düşündüğümde, her bir tanıma güncel karşılık bulmaya başlıyorum. Kişi değil sistem olarak düşünüyorum. Firavun’un güncel karşılığı “Siyonizm”; Haman’ın ABD; askerlerin ise kullanılan iktisadî ve militarist örgüt ve kuruluşlar olduğunu “zann”ediyorum. Bölünmüşlüğün ise pek çok versiyonu var: “ gelişmiş, az gelişmiş, gelişmekte olan ülkeler”, “yakın doğu, uzak doğu, orta doğu”, “efendiler, köleler”, “etnik ve mezhep ayrılıkları ve çatışmaları”. Oğullar o zamanın savaşabilecek, başkaldırabilecek kesimini temsil ediyor, kadınlarsa güçsüz, savaşamayacak, peşinen boyun eğecek kısmını. (Bkz. Türkiye, Ortadoğu ve Afrika)
17. Musa: Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara (ve suça itenlere) asla arka çıkmayacağım, dedi.
Firavun’un Haman’ın ve askerlerinin bu sistematik gücünün karşısında “Genç” ve “Tecrübesiz” Musa’nın (AS) uzun soluklu ilâhi iktidar yolculuğuna hangi “ibret” çıkarımı ve “zihnî” dönüşümü ile çıktığını anlıyorum devamında. “Farkındalık”, “Pişmanlık”, “İdrak” ve “Yepyeni İdeal”.
39. O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
“Bir grup AB büyükelçisiyle 17 Aralık’ta büyükelçilikte yemekte buluşan ABD elçisi Ricciardone’un “Halkbank konusunu dile getirmiştik. Sonuç alamadık. Şimdi imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” dediği öğrenildi.” Gündemdeki bu haberi ve öncesindeki âyeti birlikte okumanızı âcizâne tavsiye ediyor, bu yorumu da size bırakıyorum.
76-Doğrusu Karun, Musa'nın kavmindendi ve onlara karşı azıtmıştı. Ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları gerçekten güçlü kuvvetli bir bölüğe ağır geliyordu. O zaman. kavmi ona şöyle demişti: "Güvenme (böbürlenme), çünkü Allah, güvenenleri (böbürlenenleri) sevmez.
Buradan itibaren artık kendi içimize dönmemiz gerekiyor. Zîra “Musa’nın kavmindendi” yeni bir başlık, sistem, ideoloji, sapkınlık türü. “Güç”, “Kuvvet”, “Anahtar” vurgu yapılan “Kâfir”lerden değil “Şaşan ve Aşan”lar üzerinden ibret-i âlem sunulan “Karun”.
78. Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).
Yorumsuz…  Sona yaklaşıyoruz.
86-Sen, sana kitap indirileceğini ümit etmiyordun; fakat Rabbinden bir rahmettir o. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
Neyi nasıl anlamlandıracağına karar veremeyen, vicdanen rahatsız olan pek çok insan için belki de yeniden akıllara ve kalplere nazil oluyor Kitab-ı Furkan. Kâfir takımının ittifakta olduğu odağın karşısında durarak, arka çıkmaktan imtina ederek sağlama yapabiliriz. Uyarı açık ve net. Rahmet kâfirlerin karşısında olmaktır. Duruşun asaleti ise sona ayırdığım ve kendime düstûr edinmeye çalıştığım âyette diyerek “hak söz” ile noktalıyorum vesselâm…
55. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler


21 Temmuz 2013 Pazar

ramazan. zamanın hirası...

ramazan. zamanın hirası. cebrail'in muştusu. hatem-ül enbiyânın mirası. hatem-üd dînin hüsn-ü ânı. hatem-ül ümmetin diri-liş sebeb-i hârikası. mü'minin muazzam nûr-u aynı. nefsin her tür oburluğunun kulluk şuuruyla dizginlendiği; körleşen gözlerin, sağırlaşan kulakların, lâl dillerin tesbih ve tezkir ile resetlendiği; âlây-ı illiyyîne yaklaştığı mubarek ve merhûm ay; ramazan-ı şerif.
ve daha pek çok şey söylenebilir ramazan'ın ne olduğuna dair. peki ne değildir ramazan:
iftar ile sahur arasındaki en kıymetli zamanı oyunda, oynaşda, eğlencede, konserde geçirmek değildir. tuğyan değildir. tufan değildir. zenginlik gösterisi, israf, nefsani kölelik değildir. ramazana hürmet iftar ve sahur sofralarının nefaseti, şatafatı, masrafı ile zirve yaptırmak değildir. kurulan bu kibir sofralarında siyasî ve ticarî ekabirleri ağırlamak değildir. kaz beklentili sofralardan deve kuşu yumurtasını esirgemezken, fitre ve sadakayı balık yumurtası gibi hesaplamak değildir. hazların ve hızların zaman akışını suya çevirmesi değildir. belediyelere ödenen vergi ve harçların "gezi" şarkıcılarına,astronomik rakamlara tasavvuf pazarlayanlara harcanması değildir. kutsalların hapsedilip, seküler aygıtların kutsallaştırılması değildir. davulcuya kutsallık atfedip, gecenin ahengine oto alarmlarını da peşine takıp ot tıkaması değildir. peygamber coğrafyasında bol olduğu için fakir gıdası olan israil hurmasına sünnet tasavvuru ile astronomik rakamlar ödemek değildir. aşırı tokluktan tembelleşen, aksıran, tıksıran, ağırlaşan, diri-liğini kaybedip uyuşuklaşan, fikri de vicdanı da nefsine köle, orucu tutmaktan ziyade tutar gibi duranların zamanı değildir ramazan. ramazan bayramı yaşamak değil sonunda bayram etmek için ramazanı yaşamak ve yaşatmaya gayret etmektir. şımarıklığımıza ve azgın arzularımıza alet olamayacak kadar şerefli bir aydır. hayırlı bir aydır. ibadet ayında inananları oyalayan, gürültüleri ve görüntüleri ile
rahatsız eden yönetim erki bunun hesabını mutlaka verecektir.
ramazana gereği gibi muamele eden bütün müslümanların bayramını tebrik eder; fikri hür, vicdanı hür ümmeti diriltecek nice ramazanlar geçirmemizi herşeyin, hepimizin ve ramazanın rabb'ından niyaz ederim.